Türkçülük milliyetçilik tarihi evrimi nasıl gerçekleşti?
Özellikle terminoloji konusunda kafalar karışık. O yüzden Türkçülük, milliyetçilik, ulusçuluk, ırkçılık, Turancılık terimleri eş anlamlı sözcüklermiş gibi birbirinin yerine kullanılmakta, bazıları gerçekten eş anlamlı iken bazıları ise çok farklı anlamlar ifade etmektedir.
Türk Dil Kurumu’na göre Milliyetçilik/Ulusçuluk, Turancılık, Türkçülük, Osmanlıcılık, İslamcılık, Batıcılık
Türk Dil Kurumu “ırkçılığı”, insanların toplumsal özelliklerini biyolojik, ırksal özelliklerine indirgeyerek bir ırkın başka ırklara üstün olduğunu öne süren öğreti olarak tanımlamıştır.
Milliyetçilik / Ulusçuluğu ise maddi ve manevi açılardan millet ve ülkesinin çıkarlarını her şeyin üstünde tutma anlayışı olarak tarif ediyor. Bu görüş, kendilerini birleştiren dil, tarih ve kültür bağlarından bir üst yapı oluşturabilmiş olan bir topluluğun yaşama ve ilerleme ülküsüne inanan görüştür.
Turancılık ise Türk Dil Kurumu sözlüğünde Türkçülük ile eş anlamlı olarak şöyle tanımlanıyor: “Osmanlı Devleti’nin son yıllarında ortaya çıkan, Osmanlıcılık ve İslamcılık akımları karşısında bütün Türklerin tek vatanda ve tek bayrak altında birleşmesini savunan akım.
“Diğer bir deyişle, tüm Ural – Altay kavimlerinin siyasi birliğini savunan görüştür. Ünlü bir Türkçü yazara göre “Turan” sözcüğü, Türklerin kendilerini tanımlamak için kullandığı bir sözcük olmayıp Farsça’dan gelmektedir. Bu ifade, İranlıların kendilerinden olmayanları tanımlamak için kullandıkları kapsayıcı bir ifadedir. Vahşi, yabani, barbar, düşman anlamına gelmektedir. (1)
Osmanlı devletinde padişahlar ve devlet adamları devleti dağılmaktan kurtarmak için birçok yenilik ve reform yaptılar. Bunun sonucunda aydınlar arasında devleti kurtarmaya yönelik fikir akımları ortaya çıktı. Bunlara kısaca göz atacak olursak;
Osmanlıcılık: Bu akım, Osmanlı devletinde yaşayan değişik etnik grupların Fransız Devrimi’nin getirdiği milliyetçilik fikirlerinden etkilenerek bağımsız olma düşüncesinin ortaya çıkması üzerine Osmanlı toplumu oluşturmak amacıyla ortaya atılmıştır. Balkan milletlerinin ayrılmasıyla geçerliliğini kaybetmiştir.
İslamcılık: Balkan milletleri ayrıldıktan sonra hiç olmazsa Müslümanların devlete bağlılığını sağlamak düşüncesi ile ortaya atılmıştır. I. Dünya Savaşı’nda halifenin cihat çağrısına rağmen Müslüman Arapların İngilizlerle birlikte hareket etmeleri ile geçerliliğini kaybetmiştir.
Türkçülük: Osmanlıcılık ve İslamcılık akımlarının hayal kırıklığı yaratması üzerine İttihat ve Terakki’nin Osmanlı sınırları içinde yaşayan Türkleri dil ve kültür birliği etrafında birleştirmek isteği ile ortaya çıkmıştır. Yeni Türk devletinin kurulmasında ve Mustafa Kemal Atatürk’ün ortaya koyduğu milliyetçilik ilkesinin oluşmasında etkili olmuştur.
Batıcılık: Batı’nın her alanda Osmanlı devletinin önüne geçmesi üzerine, Osmanlı devletinin tek kurtuluş yolunun bu yüzyılın ihtiyaçlarına uygun medeni bir devlet ve millet halini alması gerektiği düşüncesiyle ortaya çıkmıştır. Bu akım, yeni Türk Devletinin temel taşlarından birini oluşturur. (2)
Dağılma Döneminde İmparatorluğun Sosyal ve Siyasal Yapısı
Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Dönemi, 1792 yılında Osmanlı ile Rusya arasında imzalanan Yaş Barış Antlaşması ile başlamış ve 1922 yılında saltanatın kaldırılması ile sona ermiştir. Bu döneminin başlangıcının 1789 Fransız Devrimi’ne rastlaması tesadüf değildir. Yenilikçi, batıya açık III. Selim’in tahta çıkışının Fransa’daki devrime denk gelmesi önemlidir.
Fransızca, imparatorlukta yaşayan azınlıkların ortak dilidir. O dönem Rum ve Ermeni eğitim kurumlarından başka, modern Osmanlı eğitim kurumlarında da yabancı dil olarak Fransızca okutulmaktadır. Hiç şüphesiz, Fransızca yayın yapan gazetelerin en önemli hedef kitlesi de okur – yazar oranı yüksek olan bu gayrimüslim topluluklar olmuş ve en belirgin etkileri de eğitimli bu kesim üzerinde görülmüştür.
İlginçtir, Fransız devriminin “özgürlük, eşitlik, kardeşlik” kavramlarından sadece birincisi, gayrimüslimler arasında rağbet bulmuştur. Ancak onlar, özgürlüğü yurttaşlık hakkı olarak değil, ulusal bağımsızlık, yani milliyetçilik olarak algılamışlardır. (3)
Milliyetçilik akımı ve dini etkiler
Bizans’ta ve klasik Osmanlı asırlarında Rum Patrikhanesi Bulgarlar ve Sırplar dahil bütün Ortodoksları kapsıyordu, etnik ayrım yoktu. Balkan köylüleri için, yeryüzündeki bütün köylüler gibi baştaki hükümdarın kim olduğu fark etmezdi, az vergi alması ve adil olması yeterli bulunurdu.
Osmanlı böyle davranarak Balkanları 500 yıl yönetmişti. Ancak, modernleşme ile birlikte eğitimin, okulun ve gazetenin yaygınlaşması durumu değiştirdi, milli dil önem kazandı. Milliyetçi fikirlere bağlı öğretmenler, papazlar, Balkanlarda çıkarları olan yabancı devletlerin konsolosları, Balkan köylülerine milliyetçilik fikrini götürdüler. Artık; Balkanlardaki Sırp, Yunan ve Bulgar köylüleri de ayrı bayrak istiyorlardı. Bu konuda dil, din, okul ve kilise temel aktörlerdi.
19. yüzyılda Ortodoks Bulgarlar ve Sırplar Rum Patrikhanesi’nden ayrılıp kendi kiliselerini kurmaya yöneldiler. Osmanlı devleti bu kiliselerin kurulmasına 1856 Islahat Fermanı ile izin verdi. Artık Balkanlarda her köyde kilise vardı. Müslümanlar her şeyi devletten bekleyip, devlet memurluğunda çalışıp, ticaret ve endüstriden uzak dururken gayrimüslimler girişimcilikleri ile iktisadi alanda zenginleşmişlerdi.
Bu kiliselerin ve zengin tüccarların desteği ile azınlık okulları kuruldu, bu okulların öğretmenleri de Yunanistan ve Bulgaristan’da eğitildiler. Eğitim bakanlığının ise bu okullar üzerinde hiçbir denetimi yoktu. Tarihçi Anastasia Krakasidou bunları, Balkan komitacılarının ideolojilerini kırsal kesime taşıyan siyasi ajanlar olarak tanımlıyordu.
Gayrimüslimlerdeki milliyetçi duygular erken geliştiği gibi daha da güçlüydü. Türkler askerlik yapıp savaşlarla nüfusları hızla azalırken, gayrimüslimlerin askerlik yapmamaları nüfuslarının artmasına ve ticaret işlerinde zenginleşmelerine yol açtı. Bu zenginleşme milliyetçilik duygularını körükledi.
Son bir çabayla ilan edilen meşrutiyetin demokrasi ve eşitlik vaadi, gayrimüslimlere askerlik dahil bütün kamu görevlerinin açılması, mecliste temsil edilmeleri, dernek ve parti kurma özgürlüklerinin tanınması onları milliyetçiliklerinden vazgeçirmediği gibi talep çıtalarını yükseltti ve heyecanlarını artırdı. (5)
Tarihçi Kemal Karpat, Erik Zürcher’in, gayrimüslimlerin meşrutiyetten sonra eşitlik uğruna milliyetçi iddialarından vazgeçmediklerini, dahası Arnavut ve Arapların da ayrılıkçı hareketlere giriştiklerinden bahsettiğini yazar. Meşrutiyetin umulan birleştirici sonucu vermemesi, Türkleri de Osmanlıcılık ve İslamcılık fikirlerinden ayrılıp Türklük fikrine yöneltmiştir. (6)
Osmanlı’da azınlıkların ayrılıkçılık rüzgarı
Rıdvan Akın, Paul Risal’in 1912 yılında yayınladığı bir makalesinde; Türklerin kendilerini imparatorluğun yöneticisi saymakla birlikte, aslında imparatorluğun en ihmal edilmiş topluluğu olduklarından, gayrimüslimlerin ise sosyal refah, eğitim ve diğer olanaklar bakımından iyi durumda olduklarından bahsettiğini yazar.
Paul Risal’e göre; gayrimüslimlerin bu üstün durumları, Osmanlı idaresinin asimilasyon politikası gütmemesinden, hatta İslami öğretiye göre, Hristiyan unsurların zimmi (can, mal, namus güvenliği halifenin teminatı altında olan gayrimüslim) statüde bulunmalarından kaynaklanmaktadır. Bir bakıma zimminin hukuku İslam Devleti’ne zimmetlidir.
Bu uygulama, Türklerin yüzlerce yıl devleti ayakta tutmak için savaşmasını, Hıristiyanların ise, milliyetçiliğe dönüşecek nüvelerini saklamasını sağlamıştır. Meşrutiyetin ilanı ile ortaya çıkan kucaklaşma görüntüsü ise sahtedir.
Gerçekten de çok geçmeden ayrılıkçılık rüzgarı Rumlardan başlayıp diğer unsurlara da sıçramıştır. Türkler sosyoekonomik olarak geriydiler, sayıları eksilmişti ve burjuva sınıfları yoktu. Sonunda ellerinde sadece Osmanlı’nın etiketinin kaldığını fark ettiler. (7) Bu durum, tepki olarak ortaya çıkan Türkçülük akımını besledi.
Türkçülük akımının doğuşu
Osmanlı devletinde ise Türklük, 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar gerçek anlamda bir kimlik göstergesi değildi. “Türk” genel olarak, imparatorluk sınırları içinde Türkçe konuşan Müslümanlar anlamına geliyordu.
Osmanlı devletinin kurulduğu toprakları “Türkiye” olarak tanımlayan ve karşılaştıkları asker, devlet adamı ve diplomatları Türk olarak adlandıran Avrupalılara karşın Osmanlı toplumunda Türk, ortak bir kimliğin öznesi olmamıştı. Hatta, 1802’de Paris’e elçi olarak atanan Halet Efendi kendisinin Türk Elçisi olarak takdim edilmesine kızmıştı. (8)
Zeki Arıkan çeviri eserinde; Türk kavramının Osmanlı yönetici sınıfı nezdinde olumsuz çağrışımlar oluşturmasının 4 nedeni olduğunu ileri sürmüştür:
Devşirme olan yönetici sınıfının gerilemeden bürokrasiye sızan Türkleri sorumlu tutması
Timur yenilgisine Anadolu Türklerinin ihanetinin sebep olduğu düşüncesi
Arap İslam biliminin etkisi
Alevi – Türkmen ayaklanmaları (9)
Abdülhamit devri, yasaklamalara rağmen Türkçülüğün ilk nüvelerinin atıldığı dönem oldu. II.Abdülhamit’in dikkatle izlediği Harbiye, Mülkiye ve Tıbbiye mektepleri Türkçülüğün ilk ortaya çıktığı mekanlardı. Harbiye mektebinin siyasi tarih hocası Süleyman Paşa, o zamana kadar egemen olan Osmanlıcı çizgiyi bir yana bırakarak derslerinde ilk kez Türklük kavramını ele almış ve bunu bir tema olarak sürdürmüştür.
1876’da ders kitabı olarak yayınladığı ve sonradan yasaklanan Tarih – i Alem kitabında Türklerin İslam öncesi yaşantılarını övmüştür. (10)
Türklük fikri etrafında toplanmayı sağlayan bir başka gelişme ise 1895 Türk – Yunan Savaşı oldu. Türk sıfatının bir milleti tasvir eden ilk kullanımına ise Mehmet Emin Yurdakul’un 1897 Osmanlı – Rus savaşında yazdığı şiirlerde rastlıyoruz.
İttihat Terakki Cemiyeti
Cemiyetin kurucuları Tıbbiye Mektebi’nin birinci sınıf öğrencileridir. Cemiyet ilk toplantısını 2 Haziran 1889’da yapmıştır. Bu toplantıya, İbrahim Temo, İshak Sükutî, Abdullah Cevdet, Şerafettin Mağmumi, Çerkez Mehmet Reşid, Asaf Derviş, Hersekli Ali Rüştü, Giritli Muharrem, Hikmet Emin, Ali Şefik ve ismi tespit olunamayan bir kişi katılmıştır.
Toplantı, Mithat Paşa’nın bağında, bir incir ağacının altına serilen hasır ve çuvallar üzerine oturarak bir piknik görüntüsü altında yapılmıştır. Toplantıya katılanların hizmetlerini bağ bekçisi Aluş Ağa yapmıştır. İnciraltı Toplantısı adı da verilen bu toplantıda, Ali Rüştü başkan, Şerafettin Mağmumi sekreter, Asaf Derviş ise sayman seçilmiştir.
Alınan kararları kaydetme görevi ise Şerafettin Mağmumi ile İshak Sükuti’ye verilmiştir. Örgüte kimlerin üye olacakları üzerinde durulan toplantıda, her hafta düzenli olarak farklı bir yerde toplanılması ve her üyeye bir numara verilmesi kararlaştırılmış ve alınmış olan kararlar büyük bir titizlik ve gizlilik içinde uygulanmıştır. (11)
2’nci Meşrutiyet’e giden yolda
O dönemde özellikle; Namık Kemal, Şinasi, Ziya Paşa ve Mehmet Emin gibi milliyetçi ve vatansever şair ve yazarların eserleri gençler arasında elden ele dolaşmaktaydı. Vatan ve milliyetçilik duygularının örgütte yoğun bir biçimde işlenmesi gençlerin örgüte katılımlarını kolaylaştırdı.
Tıp öğrencilerinin hemen hemen hepsi, Harbiye, Baytar, Mülkiye, Topçu ve Mühendishane okullarındaki öğrencilerin de çoğunluğu örgüte girdi. Abdülhamit, bu örgütün varlığından ve faaliyetlerinden ancak 1892’de haberdar olabildi. Bu tarihten sonra örgüt üyeleri hafiyeler tarafından sıkı bir takibe alındı ve tevkif edilerek mahkemede yargılandılar.
Yargılama neticesinde, örgüt üyelerinden Şefik Ali, Ahmet Mehdî, Abdullah Cevdet, Mehmet Reşid, Şerafettin Mağmumi, Mikail Useb ve Tekirdağlı Mehmet’in Tıbbiye Mektebi’nden atılmalarına ve tutuklanmalarına karar verilmişse de birkaç ay sonra affedilerek serbest bırakıldılar.
İbrahim Temo ise Romanya’ya kaçtı. Tıbbiye komutanı Zeki Paşa’nın okulda uyguladığı katı disiplin öğrencilerin huzursuz olmalarına yol açtı ve baskıya maruz kalan öğrencilerin daha rahat bir ortamda öğrenim görmeleri için örgüt onları Avrupa’ya yollamayı uygun gördü. Bu yolla birçok yetenekli öğrencinin Avrupa’da eğitim görmesi sağlandı. (12)
Örgütün temelinde baskıya karşı duyulan hoşnutsuzluk ile Batı’ya karşı duyulan hayranlık yatmaktadır. Örgüt, ülkenin kurtuluşunu meşrutiyetin ilanında görmekte ve II. Abdülhamit idaresinin bir an önce yıkılmasını arzu etmektedir. Bu amaçla örgüt yoğun bir propaganda faaliyetine girişti. (13)
Nihayet İttihatçıların ordudaki uzantılarının da yardımıyla 29 yıl askıda kalan Osmanlı anayasası 24 Temmuz 1908’de tekrar yürürlüğe konuldu.
2’nci Meşrutiyet – 1908 Devrimi
Meşrutiyet ertesinde Osmanlı ülkesi büyük bir siyasal ve toplumsal fikir patlamasına sahne olur. Meşrutiyet rejiminin sağladığı özgürlük ortamı bütün fikir hareketlerinin yanı sıra Türkçülük akımını da cesaretlendirir. Meşrutiyetin ilanından sonra diğer fikir hareketleri ile çatışan bu akım, zamanla siyasal gelişmelerin katkısı ile hükümet partisinin ideolojisi haline gelecektir. (14)
Türkçülük akımının yükselişi
1908 yılında Fuat Köse Arif başkanlığında kurulan Türk Derneği, Türk milliyetçiliğinin öncü kuruluşudur. Ancak dernek, üyeleri arasında tam bir düşünce birliği bulunmaması nedeniyle kısa ömürlü oldu. Belki amacına ulaşamadı ama çıkardığı dergi Türkiye’deki Türkoloji çalışmalarının önemli bir evresini teşkil eder. (15)
1911 yılında Türk Ocakları kuruldu. İlk toplandığında 1200 üyesi olan örgüt, Türkçülük akımının etkinlik kazanmasına paralel olarak beş yıl sonra üye sayısını 2550’ye, Beyazıt’taki genel merkez dışında da taşradaki merkez sayısını 35’e çıkarttı. Bu, Dünya Savaşı’nın sonuna doğru daha da artacaktır. Bu örgüt, Yusuf Akçura, Ziya Gökalp ve Yahya Kemal‘in düzenlediği konferanslar ile tarih bilinci yüksek bir kitle yaratmaya çalışmış, dilde sadeliğe önem vermiştir. (16)
İlk kez parti politikası olarak Türkçülük
İttihat Terakki resmi söylem düzeyinde Osmanlıcılığa bağlılığını 1911 Kongresine kadar sürdürdü. Bu kongreden sonra “Diyaneten Müslüman, heyeti içtimaiyece Osmanlı, kavmiyetçe Türk olmak” düsturu benimsenerek, Türkçülük parti politikası haline getirildi. 1913 Kongresi’nde alınan karar gereğince Türkçenin bütün okullarda öğretilmesi zorunluluğu ise bir dönüm noktasıdır. İttihatçılara göre Osmanlı devleti bu sayede Türklerin devleti olacak ve Türkleşecektir. (17)
İttihat Terakki iktidarında Türkçülüğün alenileşmesi Türkleştirme siyasetinin yürürlüğe konulması anlamına geliyordu. Talat Paşa hatıralarında; Türk olmayan Müslümanlara yönelik zorunlu Türkçe öğretiminden, kamusal alanda Türkçeden başka dillerin kullanımının yasaklanmasından ve zorunlu iskan politikalarının yürürlüğe konulmasından bahsetmiştir.
Gayrimüslim azınlıkların ise, devlete olan sadakatlerine kuşku ile yaklaşıldığı için daha sert uygulamalara maruz kaldığını, hatta Anadolu’nun saf bir Türk yurdu haline getirilmesi amacıyla yapılan Ermeni tehcirinin de bu bağlamda ele alınması gerektiğini, Aşair ve Muhacirun Müdüriyet – i Umumiyesi’nin (Tehcirin organizasyonundan sorumlu kurum) de bu amaçla kurulduğunu ifade eder. (18)
Reformlar
İttihat Terakki, iktidarı boyunca çağdaşlaşma çabalarını sürdürdü ve her fırsatta Osmanlı yaşam tarzının kadına biçtiği rolün kabul edilemez olduğunu ve Batı medeniyetinin yakalanması için toplumsal yaşamın her alanında reformlara ihtiyaç duyulduğunu vurguladı.
Özellikle savaşların yarattığı iktisadi ve sosyal çöküntü, silah altına alınan erkek nüfusun 2,5 milyona varması, üretim daralması gibi somut faktörler kadın emeğine başvurmayı zorunlu kıldı. Kadına toplumsal hayatta yeni roller tanıma milliyetçi uyanış ile eşzamanlı olarak gündeme geldi.
Belediyeler kanunu modernleştirildi. Şeriat mahkemeleri Adliye Bakanlığı’na bağlandı. Şeyhülislamlık kurumu hükümet dışında bırakıldı. Aile kararnamesi ile medeni evlenme boşanma kuralı getirildi.
Dini eğitim yapan medreseler Maarif Bakanlığı‘na bağlanarak modern usullerle eğitime geçildi. İlk ve rüştiye mektepleri tek bir çatı altında toplandı. Tarih kitapları milliyetçi amaçlarla tekrar yazıldı.
Öğretmen okullarını yaygınlaştırmaya ve eğitim kalitesini yükseltmeye yönelik adımlar atılmış ise de savaş şartları nedeniyle kesin sonuç alınamadı. Bahriye Mektebi’nde müfredat yenilendi. Uygulamaya konulan Tevhid-i Tedrisat Kanunu Cumhuriyet devriminin temellerini teşkil eder.
Cumhuriyetin eğitim devrimi büyük oranda meşrutiyetin bu düşünce birikimini yansıtır. (19) Mülkiye ve Maliye mektepleri tek bir üniversite çatısı altında toplandı. Almanya’dan gelen öğretim üyeleri akademik hayatı zenginleştirdi. Öksüz ve yetim çocuklar koruma altına alındı.
Beden eğitimi vererek gençleri bir yandan savaşa hazırlayacak bir yandan da milletin refahına yardım edecek paramiliter örgütlenmeye ilk adım olarak izcilik teşkilatları kuruldu. Bu örgütler savaş başlayınca Harbiye Nezareti’ne bağlı genç milis kuvvetlerine dönüştürülecektir.
Gizli ve özel harekat birimleri olarak Teşkilat-ı Mahsusa kuruldu. Takvim değişikliği, kadının sosyal yaşama girişi cumhuriyet devrimlerinin ilham kaynağı oldu. (20)
Ekonomi
Ekonomi alanında da önemli millileştirme girişimleri oldu. Mithat Paşa’nın 1863’de Tuna valisi iken kurduğu günümüzün Tarım Kredi Kooperatiflerini çağrıştıran Menafi Sandıkları 1888 yılında Ziraat Bankasına dönüştürülmüş ve tarımsal üreticinin kredi talebini tümüyle karşılayamamış olmasına rağmen tefecinin yüksek faizinden çiftçiyi kurtarmıştır.
Osmanlı Bankası uluslararası finans çevrelerinin koyduğu sermaye ile Osmanlı devletindeki gayri milli unsurları temsil ederken, Ziraat Bankası milli kaynaklarla yapılan bankacılık girişimlerinin ilkidir. Bu sayede yerli tasarruflar iktisadi kalkınmaya yönlendirildi. (21)
Savaş öncesinde ticarete katılma oranı %10’dan az olan Türkler savaş yıllarında vagon tahsisi ve iktidar partisinin milli şirketleri kayırması sayesinde sermayelerini geliştirdiler. (22)
Kapitülasyonlar döneminde Osmanlı ülkesindeki yabancı uyruklu kişi ve şirketlerle onların ortağı olan azınlıkların ceza ve hukuk davalarına Osmanlı mahkemeleri bakamıyor, yabancı devletin konsoloslukları bakıyordu. Osmanlı mahkemeleri yabancı bir katili, bir ırz düşmanını bile tutuklayamaz, bunu konsolostan rica ederlerdi.
1914 yılında Dünya Savaşı’na girerken İttihatçılar kapitülasyonları kaldırarak yabancı şirketlerin vergi imtiyazlarına son verdi ve beraberinde konsolosluk mahkemelerini de kaldırdılar. Ancak alınan bu kararlar tek taraflıdır ve Fransızlarla farklı cephelerde olmamızın getirdiği doğal sonuçtur. (23)
Fransızlar, tek taraflı olduğu için kapitülasyonların kaldırılmasının hiçbir hukuki değerinin olmadığını iddia etmişler ve bu sorun ancak Lozan Barış görüşmeleri sırasında sert tartışmalar sonrasında kesin olarak halledilebilmiştir.
Gazetelerde halkın anlayabildiği bir dil kullanılması gerektiği üzerinde duran Ali Suavi, Arapça ve Farsça dilbilgisi kurallarının kullanılmasına karşı çıkmış, Osmanlıca’nın siyasi bir tabir olduğunu ileri sürerek Türkçe yerine kullanılmasının doğru olmadığını belirtmiştir. (24)
1870’e gelindiğinde Tıbbiye‘deki Fransızca eğitim yerini Türkçe eğitime bırakmış, ancak teknik ve tıp terimleri için Arapça kullanılmaya devam etmiştir.
Tüm bu çabalarının yanı sıra bazı zamansız girişimlerde olmuştur. ‘Huruf-u Munfasıla‘ (Aralıklı Harfler) olarak da bilinen diğer isimleriyle ‘Enverpaşa yazısı’ ya da ‘Ordu elifbası’, Enver Paşa’nın Türkçe’nin yazımı kolaylaştırmak üzere Arap alfabesini gözden geçirerek elde ettiği yazı sistemidir.
Sistem, Harbiye Nezareti’nin de katkısıyla Balkan Savaşı’nda uygulamaya konulmuş ve uzun süre kullanımda kalmıştır. Bu sisteme göre, Arap alfabesinden farklı olarak harflerin son biçimleri birbirine bağlanmadan kullanılıyor ve sesli harfler de gösteriliyordu. Enver Paşa 1917 yılında bu sistemi öğretmeye yönelik ‘Elifba’ adlı bir okuma kitabı da hazırlatmıştı. (25)
Ruşen Eşref bu yazı sistemi ile ilgili Atatürk’ün 1918’deki görüşlerini şöyle aktarır:
“Bu iş, iyi niyetle yapılmış olmasına rağmen, yarım yamalak ve zamansız yapılmıştır. Savaş zamanı, harflerle uğraşılacak zaman mıdır? Ne için? Haberleşmeyi kolaylaştırmak için mi? Bu sistem haberleşmeyi eski sisteme göre daha yavaş ve daha güç kılmıştır. Hızın önem kazandığı bir zamanda, işleri yavaşlatan ve insanların kafasını karıştıran bu atılımın avantajı nedir? Fakat madem bir işe başladınız, bari bunu doğru dürüst yapacak cesareti gösteriniz” (26)
İlk defa 1876 Anayasasının 18.maddesinde resmi dilin Türkçe olduğu ve devlete hizmet edecek kişilerin Türkçe bilmeleri gerektiği belirtilmiş olup bu madde 1908 Anayasasında da korunmuştur. Fakat, 1921 Anayasasına gelindiğinde devlet dilinden söz edilmemiştir. 1924 anayasasının 2. maddesinde ise Türkiye devletinin resmi dilinin Türkçe olduğu belirtilmiştir.
Milli Mücadele ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkçülük akımı
İttihatçıların savaşın sonu ile iktidarı terk etmesi İttihat Terakki serüveninin sona erdiğini düşündürmekle birlikte gerçekte bu son yeni bir başlangıcı doğurdu. Müdafaa-ı Hukuk ve ondan da Kurtuluş Savaşı doğdu.
mustafa kemal paşa
İttihatçılar eğer savaş kaybedilirse son savunma stratejilerini Anadolu’dan bir yerden direnişi devam ettirmeye dayandırdılar. Talat Paşa‘nın Berlin’den örgüte “Mustafa Kemal’e katılın” talimatı vermesinden sonra örgütün içinden Kara Vasıf liderliğinde Karakol adıyla bir grubun başlangıçta Milli Mücadele’ye sağladığı zoraki destek esaslı bir kadro desteğine dönüştü.
Karakol örgütü, Harbiye Nezareti personel dairesindeki bağlantıları sayesinde direnişçi subayların Anadolu’ya atanmalarını, Anadolu’ya silah ve cephane gönderilmesini, birçok ittihatçının hapishanelerden kurtarılmasını sağladı. Örgütün bu denli etkinliğini sağlayan gücü; gümrük memurlarını, liman işçilerini ve Hamallar Loncasını denetimi altında tutmasından kaynaklanıyordu. (27)
Bu, yetişmiş, iyi eğitimli kadro Milli Mücadele‘nin kazanılmasında önemli yer tutmuştur.
İmparatorluğun çözülüş sürecinde içeriği ve sınırları zaman zaman belirsizleşen Türkçülük akımı, Milli Mücadele ve Lozan’dan sonra Anadolu Türk milliyetçiliğine dönüşmüştür.
Bir ilke olarak, önce dönemin tek partisi olan Cumhuriyet Halk Fırkası‘nın program ilkeleri arasında sayılan milliyetçilik, 1924 yılında çıkarılan Tevhid-i Tedrisat Kanunu, 1928’de Halk Evleri’nin açılması, 1928 Harf Devrimi, 1931’de Türk Tarih ve 1932’de Türk Dil Kurumlarının kurulması gibi birçok devrimde etkisini göstermiştir.
Atatürk, 14 Eylül 1931 günü bir sohbet sırasında anlattığı hatırasıyla kendisinde milliyetçilik fikrinin gelişmesini net bir şekilde şöyle dile getirmektedir:
“Bizim neslin gençlik yıllarına Osmanlılık telkin ve etkileri hâkimdi. İmparatorluk halkını meydana getiren Türk’den başka milletlere arada yanlış bir din anlayışıyla Araplara, sarayın, ordu ve devlet ileri gelenleri arasında bulunan ırkdaşlarının etkisiyle Arnavutlara özel bir değer veriliyor, onlardan söz edilirken ‘kavmi necip’ deyimi ile sıfatlandırılarak bu duygunun belirtilmesine çalışılıyor, memleketin sahibi ve devletin kurucusu olan biz Türkler, ikinci planda gelen önemsiz halk yığınları sayılıyorduk.
Şair Mehmet Emin Yurdakul’un, ilk defa Manastır Askerî İdadisinde öğrenci iken okuduğum ‘Ben bir Türk’üm, dinim, cinsim uludur’ mısrasıyla başlayan manzumesinde, bana milli benliğimin gururunu tattıran ilk anlatımı bulmuştum.
Fakat ben asıl bunu, orduya katıldığım ilk günlerde, bir Anadolu çocuğunun gözyaşlarında gördüm ve kuvvetle duydum. Ondan sonra Türklük, benim en derin güven kaynağım, en engin övünç dayanağım oldu. Kendimi hiçbir zaman Osmanlılığın telkin ettiği başka milletleri öven ve Türklüğü aşağı gören eksiklik duygusuna kaptırmadım.” (28)
Nihal Atsız ve Turancılık anlayışı
İkinci Dünya Savaşı yıllarında Alman etkisiyle tekrar alevlenen ve Nihal Atsız‘ın öncülük ettiği Turancılık anlayışı 1944 yılında faşizm korkusuyla resmi ideoloji tarafından yasaklanmıştır.
Nihal Atsız aleyhine açılan Irkçılık – Turancılık davasının 3 Mayıs 1944 tarihli duruşmasından sonra Ankara Nümayişi düzenlenmiş, bu gösteri yürüyüşü sonrasında 165 kişi tutuklanmıştır.
Bir yıl sonra bu yürüyüşün yıl dönümünde Tophane Askeri Cezaevi’nde Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Zeki Velidi Togan, Necdet Sançar ve Reha Oğuz Türkkan’ın da içinde bulunduğu 10 mahkum anma günü düzenlemiş ve takip eden yıllarda da devam eden bu toplantılar o günün Türkçülük Günü olarak kutlanmasına önayak olmuştur.
1964’de Türkeş ve sekiz subay arkadaşı CKMP‘ye katıldı. Bu parti Türkçü bir partiydi, fakat geniş kitlelerle buluşamıyor ve oy alamıyordu. Türkçü söylemlerle sadece üniversite öğrencilerinin dikkatini çekebileceğini bilen Türkeş, köylü gençleri de harekete çekmek için İslamcı söylemlere yönelmeye başladı.
Olaylı 1969 kongresiyle Atsız ekibi tasfiye edildi ve Atsız taraftarlarının;
“Sen git güvendiğin Araplara biat et!”
“Oy toplamak için Arap develerine bin!” protestoları arasında Türkeş kongreyi kazandı.
Çıkışta Nihal Atsız, “MHP’de Allah, tanrıyı kovdu” dedi. Partinin isminden sembollerine kadar her şeyi değişti. Laik ve cumhuriyetçi Türkeş tarikatlara yakınlaştı, utangaç bir Kemalist oldu. Türkçülük, Osmanlı devletinin son döneminde doğmuş, cumhuriyet ile dirilmiş, 1969 kongresinde ise öldürülmüştü. (29)
Sonuç
İşte size Türkçülüğün tarihsel evrimi. Osmanlı entelektüellerinin dağılmayı önlemek için sarıldığı düşünce akımlarını soğan katmanlarına benzetecek olursak bunlar dıştan içe doğru; Osmanlıcılık, İslamcılık ve Türkçülük’tür. Ve tıpkı soğan tabakaları gibi en dıştaki katmandan kolay vazgeçmişler, içe doğru gittikçe vazgeçiş zorlaşmıştır.
Türkçülük ise soğanın cücüğüdür, vazgeçmek mümkün değildir.
Bunları bilseler, Osmanlı Ocakları üyesi baygın bakışlı kardeşim hiç, “Affedersiniz! Ermeni dediler” sözüne itibar eder mi? Veya Ülkü Ocakları üyesi ceylan gözlü kardeşim hem bozkurt işareti yapıp hem de tekbir getirir mi? Ya da bir tarih profesörü çıkıp “dinsiz” CHP’den başkan seçtirtmemekle övünür mü?
Diyeceğim şu ki; Türkçülük ile Osmanlıcılık birbirinden farklıdır. Türkçülük, içinde ne Osmanlıcılığı ne de İslamcılığı barındırır. Türkler bu görüşleri taa İttihat Terakki döneminde terk ettiler. Hatta daha ileri gideyim; yaptığı reformlarla Batıcılığı benimsediklerini gösterdiler.
Peki bunları ben bilirim de bir tarih profesörü bilmez mi? Elbette bilir. Ama ah… O oy kaygısı yok mu, oy kaygısı… İnsana babasını unutturur. Ortalık da bir eliyle Rabia, diğer eliyle bozkurt işareti yaparak “Oluk oluk akan kanlarınızla duş alacağız” diyen kafası karışık maganda bozuntularına kalır.
Dipnotlar ve kaynakça:
Orkun H., Türkçülüğün Tarihi, Berkalp Kitabevi, İstanbul, 1944, s.10
Turan V. ve diğerleri, Ortaöğretim Tarih 10.Sınıf, 5.Baskı, Başak Matbaacılık, Ankara, 2013, s.196
Budak A., International Periodical For The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic Volume 7/3, Summer 2012, p.663 – 681, Ankara – Turkey, Fransız Devriminin Osmanlı’ya Armağanı: Gazete Türk Basınının Doğuşu, çev. Ali Budak, Ankara, 2012, s.666
Akyol T., Rumeliye Elveda, Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul, 2013, s.190 – 194 (özetleyerek)
Akyol, a.g.e, s.215
Karpat K., Osmanlı Geçmişi ve Bugünün Türkiyesi, İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2004, s.26
Akın R., Osmanlı İmparatorluğu’nun Dağılma Devri ve Türkçülük Hareketi 1908 – 1918, Der Yayınevi, İstanbul, 2002, s.41 – 43 (özetleyerek)
Akın, a.g.e, s.20
Esther K., Rönesans Dönemi Avrupa Gezi Yazılarında Türk Miti ve Bunun Çöküşü, Tarih İncelemeleri Dergisi II, çev. Zeki Arıkan, İzmir, 1984, s.203
Akın, a.g.e, s.25
Aslan T., İttihadi Osmani’den Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne, Türk Dünyası Sosyal Bilimler Dergisi sayı 47, Ankara, 2008, s.82
Aslan, a.g.e, s.83
Aslan, a.g.e, s.81
Akın, a.g.e, s.54 – 55
Sağol G., Osmanlı Döneminde Dilde Sadeleşme, Osmanlı Kültür ve Sanat Dergisi sayı 9, Yeni Türkiye Yayınları, 2012, s.511
Akın, a.g.e, s.41
Akın, a.g.e, s.48
Kabacalı A., Talat Paşa’nın Hatıraları, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.57
Akın, a.g.e, s.215 – 216
Akın, a.g.e, s.100 – 105 (özetleyerek)
Akın, a.g.e, s.136 – 137
Akın, a.g.e, s.158
Akyol T., Bilinmeyen Lozan, Doğan Egmont Yayıncılık, İstanbul, 2014, s.166
Sağol, a.g.e, s.508
Landau J., Atatürk ve Türkiye’nin Modernleşmesi, çev. Meral Alakuş, Sarmal Yayınları, İstanbul, 1999, s.53
Ünaydın R., Atatürk’ü Özleyiş – Hatıralar, Türkiye İş Bankası Yayını, Ankara, 1957, s.28 – 29
Akın, a.g.e, s.108 – 109
Kocatürk U., Atatürk’ün Fikir ve Düşünceleri, Atatürk Araştırma Merkezi, Ankara, 1999, s.203
Yalçın S., “MHP’nin 40 yıldır bitmeyen derdi”, 23 Şubat 2008, http://www.hurriyet.com.tr/yazarlar/8299240.asp (Erişim tarihi 28 Mayıs 2016)