Prof. Dr. Kamil Aydın, Doğu Türkistan'ın Urumçi kentinde ve Anadolu'nun doğa harikası bir beldesi olan Başbağlar'da terör örgütü Pkk tarafından acımasızca, hunharca gerçekleştirilen katliamları TBMM'de Hatırlattı
MHP Genel Başkan Yardımcısı ve Erzurum Milletvekili Prof. Dr. Kamil Aydın: TBMM'de yaptığı konuşmasında şu sözlere yer verdi.
Bugün 5Temmuz, 2 soykırımın yıl dönümü. Biri ata yurdumuz DoğuTürkistan'ın Urumçi kentinde diğeri ise Anadolu'nun doğa harikası bir beldesi olan Başbağlar'da terör örgütü Pkk tarafından acımasızca, hunharca gerçekleştirilen katliamlardır.
Şimdi, saygıdeğer milletvekilleri, bugün 5 Temmuz, ben ana gündeme dönmek istiyorum ve bizim hafızalarımızdaki 2 kara günün adı 5 Temmuz yani 2 soykırımın yıl dönümü. Biri ata yurdumuz Doğu Türkistan'ın Urumçi kentinde diğeri ise Anadolu'nun doğa harikası bir beldesi olan Başbağlar'da acımasızca, hunharca gerçekleştirilen katliamlardır. Kronolojik olarak ifade etmek gerekirse; bugün, 1993 yılının 5 Temmuzunda can Erzincan’ımızın, doğa incisi Kemaliye ilçemizin Başbağlar köyünde PKK’nın hunhar saldırısı sonucu bir namaz vakti katledilen 33 vatandaşımızın ve ardında yetim bıraktıklarının acısını yaşayarak karalar bağladığımız bir gündür. İşte bu yüzden, şair öyle diyor ya: “Karalar bağlı başı, analar ağlar/Yürekleri dağlı, matemlidir Başbağlar.”
Şimdi, sayın milletvekilleri, tabii, bugün 5 Temmuz olması hasebiyle dile getirmemiz gereken diğer bir katliam da… Çünkü gerçekten tarihi unutmamak lazım; geçmişi unutursak geleceğe yön veremeyiz, maziyi yok sayarsak atiye ulaşamayız. Onun için, bu coğrafyada, bu kadim coğrafyada -bu kadar güçlüğe- sırtlanların kavşak edindiği bu coğrafyada varlığımızı sürdürmenin en önemli ayağı tarih bilincinden uzaklaşmamaktadır. Uzaklaşmama adına ifade ediyorum: Ata yurdumuz Doğu Türkistan’ın Urumçi kentinde -sadece 5 Temmuz değil; 5, 6 7 Temmuzda da devam etti- 2009 tarihinde meydana gelen katliam, gerçekte on yıllarca sürdürülen bir asimilasyon ve soykırımın sadece bir zirve noktası. Yani tarihsel kronolojiyi takip etmek gerekirse 1949'da Çin Komünist Partisinin işgaliyle başlayan süreç, Doğu Türkistan’ı işgaliyle başlayan süreç inanın kademe kademe, birtakım somut eylemlerle bugüne kadar süregelmiştir. En son 2000'li yılların başında, 2005 ve 2006'da, özellikle evlerinden, yurtlarından alınan yavrularımız, bakın, 300'ü aşkın kampa götürülmüş, bazıları da istihdam adına, çalışma adına, fabrikaları, sanayiyi geliştirme adına fabrikalarda zorla işe koyulmuş ama bunlar tacizden, tecavüzden, her türlü saldırıdan bir türlü kurtulamamışlar. Bunlar sistematik bir şekilde bugüne kadar süregelmiştir. Ve 2009 yılına geldiğimizde, bir 5 Temmuz günü artık yavrularının feryatlarına bigane kalamayan Doğu Türkistanlı soydaşlarımız “Ey Müslüman ahali, yeter artık.” deyip inanın Çin bayrakları altında hak iddia etmişlerdir, demokratik bir gösteride, bir hak arayışı içerisinde bulunmuşlardır ve planlı, sistematik bir şekilde bu Çin bayrakları altında evlatlarına kavuşmayı özleyen kalabalığa dışarıdan 30 bin civarında askerî personelle saldırı gerçekleştirilmiştir. Peki, bu nasıl gerçekleştirildi, sistematik olduğunu nereden anlıyoruz? Sistematik olduğunu şuradan anlıyoruz: Günler öncesinden yığınak yapılıyor, o gün bütün elektrikler kesiliyor, bütün sosyal medya platformları kapatılıyor, giriş çıkışlar iptal ediliyor, yabancı basın mensupları tamamen sınır dışı ediliyor ve katliam gerçekleştiriliyor. Bu, günlerce devam ediyor. Tabii, daha sonra, bugüne kadar, işte, camilerin kapatılmasından tutun ailelerinden alınan çocukların Çinlileştirme adına iç bölgelere taşınmasına kadar müthiş bir asimilasyon süreci başlatılıyor. E, peki, ne yapalım biz şimdi, bu zulme, bu haksızlığa -Müslümanız, elhamdülillah- sessiz mi kalalım, yok mu diyelim, hareket etmeyelim mi, ifade etmeyelim mi ya da birileri gibi biz de “Efendim, bu, Çin’in terörle mücadele meselesidir dolayısıyla bizi ilgilendirmez.” mi diyelim? Asla, asla. Resulullah bu konuda söylenecekleri söylemiş. Vücudun herhangi bir uzvundaki rahatsızlık diğerlerinde de hissedilmeli, paylaşılmalı. Müslümanlık kendisinin sadece söylemde değil, eylemde de gösterilmesini ister. İşte, biz de bugün bu yüce Meclisten MHP Grubu adına ifade ediyoruz ki her iki katliamı unutmadık, unutturmayacağız, unutmayacağız. Çünkü her iki katliamda kaybettiğimiz şehitleri rahmetle anarken biliriz ve inanırız ki gök bayrağa kan düşer, al bayrak olur; Altaylara kar düşer, Erciyes, Palandöken, Toros olur.
Saygıdeğer milletvekilleri, şimdi, tabii, ikili anlaşmalarla ilgili görüşmeler yapıyoruz. Türkiye Cumhuriyeti egemen bir devlet. Allah’a şükür, egemenlik sadece sözde, teoride, ifade de olmaz, egemenliğin ete kemiğe bürünmesi de gerekir, egemenliğin eyleme de dönüşmesi gerekir, uygulamaya da dönüşmesi gerekir. Yani, bakın, biraz önceki örneklerden kıssadan hisse olması adına bir şey söyleyeceğim: Başbağlar’a güvenlik kuvvetlerimiz ulaşıncaya kadar köydeki yangın bile neredeyse sönmüştü. Terörle mücadele o yıllarda, inanın, akamete uğratılmış, güçsüz bir şekilde yapılıyordu. Yani olan oldu, giden gitti, ondan sonra köye varıldı, o figanlar, feryatlar işitilmeye başlandı. Ama bugün artık içeride ve dışarıda -uluslararası ilişkiler kitaplarında da yazar, büyük diplomatların kendi ifadeleridir aynı zamanda, biz de bunu artık ezberledik, neredeyse hepimiz biliyoruz- uluslararası ilişkilerde kadim dostluklar, müttefiklik hukuku geçerli değildir; ali menfaatlerdir söz konusu olan. Yani bir ülkenin millî menfaatleri insanının, devletinin çıkarlarıdır onun tavrını belirleyen. Bu, gerçekten Amerika’daki ta George Washington’tan bugüne kadar ki bütün siyasi mülahazalarda hep gündeme getirilmiş, Lord Palmerston da bir zamanlar bunu söylemiş ama bunu ete kemiğe büründürmek gerekir. İşte bugün, açık ve net söylüyoruz, Allah’a şükür, Hükûmetimizin bekayı öncelemesinin nedeni buydu çünkü uluslararası ilişkilerde öncelenen iki değer vardır: Biri bekadır, huzurdur, güvenliktir, emniyettir; öteki varlıktır, varlığın da teminatı güvenliktir. Nice ülkeler vardır ki varlıklıydılar, nice uluslar vardı ki nice medeniyetler vardı ki bir elleri yağda bir elleri balda ama yerle yeksan oldular. Niye? Çünkü ona teminat olacak güçlü bir savunma mekanizması, güçlü bir güvenlik anlayışı söz konusu değildi. Türkiye Cumhuriyeti devleti, Cumhur İttifakı’nın dik duruşu sayesinde, Allah’a şükür, içeride ve dışarıda millî ve yerli, ayakları yere basan, sözde değil özde, yurtta da cihanda da barışı önceleyen bir tavır içerisinde olmasının meyvelerini bugün birer birer toplamaktadır. Somut örnek mi? Başbağlar’ın yaşattığı o acı dramı... Allah’a şükür, bugünkü mücadele azmi ve kararlılığıyla, kırsal kesimde 2019’da bir diplomatımızın katline ferman yazan bir alçağın Süleymaniye’de yok edilmesi. Artık içeride değil; düşman, hasım neredeyse orada etkisiz hâle getirilmesi önceliğimizdir, önceliğimiz olmuştur. Onun için bugün, bu kürsüde, bu kubbe altında huzurla güvenli bir şekilde Allah’a şükür görevimizi ifa etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla, bunun diplomasideki yansımaları da açık ve net bir şekilde görülmektedir. Yani millî bir duruş, tutarlı bir duruş; içeride başka, dışarıda başka değil; içeride millî, dışarıda gayrimillî değil, teslimiyetçi değil; içeride de millî, dışarıda da millî; içeride de talimat almayan, dışarıda da talimat almayan; içeride de milletin her türlü hakkını, hukukunu savunan, dışarıda da bunların aynısını deruhte etme sorumluluğumuz ete kemiğe bürünmüştür artık. Onun için, bölgemizde artık kriz nedeni değil, kriz çözen bir ülke konumundayız çünkü gerçekten coğrafyamız zor ve çetin; Balkanlardan Orta Doğu’ya ve Güney Kafkasya’ya varıncaya kadar sorunsal bir alanda yaşıyoruz ama Allah’a şükür, bu kadar sorunsallık içerisinde dik duruyoruz, ilkeli duruyoruz ve hak ve hukuk çerçevesinde, uluslararası anlaşmalara uygun bir şekilde üzerimize düşeni yapmaya çalışıyoruz. Bunları somut örneklerle çok rahat açıklayabiliriz. Güney Kafkasya’daki özellikle, işgal altında otuz yıl çözüme ulaşılmayan Karabağ meselesi Türkiye’nin bu tutarlı duruşu sayesinde çözüme ulaşmıştır. Irak’ta da öyledir, Gürcistan’la olan ilişkilerimizde de öyledir. Balkanlarda -Allah korusun- kaynayan kazan hâlinde olan Balkanlarda da eğer bir sorun çözme mercisi ya da bir makamı düşünülüyorsa bu ancak Türkiye’dir. Bugün Ukrayna-Rusya savaşı için dahi -sessiz söylemelerine rağmen- ben inanıyorum ki birkaç gün geçtikten sonra bize gizli gizli verdikleri sufleleri, itirafları açıkça kendi kürsülerinde de ifade edecekler. Bu meseleyi çözerse Türkiye çözer, bu meselede ara buluculuk yaparsa Sayın Cumhurbaşkanı ara buluculuk yapar ve bu savaş bir an önce biter, aynen savaş tutsaklarının iadesinde olduğu gibi. Bunları gördük, aynen tahıl koridorunun çok şükür birkaç dönemdir devam etmesinde gördüğümüz gibi. Dolayısıyla bunları çoğaltabiliriz.
Bir gecede talimat verip “Şu ülkeyi de NATO’ya alın.” demenin zorluğunu yaşayanlar yaşasın, azapta olsunlar ama biz artık ülkemizin ali menfaatleri doğrultusunda bunu her türlü tartışmaya, her türlü milletimizin görüşüne sunma gibi bir yükümlülüğe tabiyiz ve bunu yapıyoruz. Yani öyle yağma yok, biz artık bildiğiniz bir Türkiye değiliz, artık eskiden talimat verdiğiniz bir ülke değiliz; biz kendi önceliklerimizi öncelikle ifade ederiz, “Uyarsanız, bir adım gelirseniz iki adım geliriz, gelmezseniz siz bilirsiniz.” diyecek konuma gelmiş bulunmaktayız. Dolayısıyla, tabii, burada -önemli bir vasıta- ülkeler arası ya da ülkelerden oluşan gruplar arası sözleşmeler ile anlaşmaların önemi ortaya çıkmaktadır. İşte, bugün o vesileyle bu anlaşmaları, Dışişleri Komisyonumuzun hazırladığı bu anlaşmaları burada inşallah onaylayıp Türkiye'nin uluslararası yürüyüşünde ivme kazanması adına elimizden geleni yapmaya çalışacağız. Niye? Çünkü bizim, aziz milletimizin temsilcileri olarak burada, içeride ve dışarıda milletimizin beklentilerine, ali menfaatlerine uygun davranma gibi bir yükümlülüğümüz söz konusudur.
Bu vesileyle, Milliyetçi Hareket Partisi Grubu adına bu sözleşmelere çok olumlu katkıda bulunacağımızı ifade ediyorum, aziz heyetinizi saygıyla selamlıyorum.
Erzurum
24.11.2024