Aslında bizler, doğduğumuz günden itibaren her geçen gün bir parça daha ölüyor ve farkında olmadan kesintisiz bir şekilde ölüme doğru yol alıyoruz. O hâlde, gerçek sonsuz hayat, beşikle tabut arasındaki mesafeye sığmayacak kadar ulvî ve ebedî bir hakikattir. Böylesine sonsuz bir hayat karşısında dünya hayatı, deryadaki katre kabîlinden değil midir?
Bu yüzden asıl hayat, Kur´ân ve Sünnet hakikatlerinin rûhâniyeti içinde yaşayarak ebedî saadete nâil olabilmektir. Bunun yolu da dünya hayatını, musîbetleri ile de, ziynetleri ile de ebedî hayatın ilk merhalesini teşkil eden bir imtihan safhası olarak görmekten geçer.
Dünyaya vedâ hâlindeki her insan, son nefes aynasında, güzellikleri ve çirkinlikleri ile bütün bir ömrünü yeniden seyreder. Son nefesimizin pişmanlıkla seyredeceğimiz bir ayna olmaması için Kur´ân-ı Kerîm ve Sünnet-i Seniyye´nin feyizli ikliminde hayır-hasenât ve sâlih amellerle müzeyyen bir kulluk hayatı yaşamamız zarûrîdir. Zira hadîs-i şerifte;
?Kişi yaşadığı hâl üzere ölür, öldüğü hâl üzere haşrolunur.? (Münâvî, Feyzu´l-Kadîr, V, 663) buyrulmaktadır.
Başka bir ifadeyle son nefes, acı-tatlı hâtıralarıyla yaşanmış olan fânî hayat sahnesinin son perdesidir. İşte ebedî âhiret yolculuğuna çıkarken, dünya hayatına bakıp söylenen bu ?son elvedâ?nın mâhiyeti çok mânidardır. Şâir Necip Fâzıl´ın dediği gibi:
O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,
Azrâil´e ?Hoş geldin? diyebilmekte hüner?
Kaynak: Osman Nûri TOPBAŞ, Bir Nasihat Binbir İbret, Erkam Yayınları, 2013, İstanbul