Mehmet Nuri Sunguroğlu, Prof. Dr. Koch’un Erzurum yollarında ve Erzurum’da gördüklerini, yaşadıklarını ve tespitlerini tercüme ederek, 1840’lı yıllarda Anadolu’nun o yıllardaki durumunu aktardı…
DUMLU DAĞI, KIZIL KİLİSE, GAVUR DAĞI VE FIRAT’IN KAYNAĞI!
Alman Seyyah Koch’un Kuzeydoğu Anadolu anıları
Araştırmacı-Yazar Mehmet Sunguroğlu, 1840’lı yıllarda Kuzeydoğu Anadolu’yu adım adım gezen ve izlenimlerini bir kitapta toplayan Alman seyyah Prof. Dr. Koch’un, eserini bölüm bölüm Türkçe’ye çeviriyor ve sosyal medyada takipçileri ile paylaşıyor. Biz de, Sunguroğlu’nun Türkçe’ye çevirdiği Koch’un izlenimlerinin bazı bölümlerini gazetemizde ve kuzeyekspres.com.tr’de okurlarımız ve takipçilerimize sunuyoruz.
Koch, Kuzey Anadolu ilçe, köy ve yaylalarını arşınladıktan sonra Erzurum’a döndü. Mehmet Nuri Sunguroğlu, Prof. Dr. Koch’un Erzurum yollarında ve Erzurum’da gördüklerini, yaşadıklarını ve tespitlerini tercüme ederek, 1840’lı yıllarda Anadolu’nun o yıllardaki durumunu aktardı…
Erzurum yollarında…
Fırat Suyunun başlangıç kaynağı Kızıl Kilise dağının batısından oluşmaktadır.
Ayrıca sözü edilen bu Dumlu Dağı'na, karşısında olan birkaç yerden baktığımda gördüm ki, adını eteklerindeki aynı ismi taşıyan bir köyden almış ama görünüşe göre Gâvur Dağının zirvesini oluşturuyor. Belki de farklı değiller ve Kızıl Kilise ’den sert yükselen dağların devamıdır.
Birkaç saat uzaklıktaki Deve Boynu tarafından baktığımda Dumlu Dağında kar görünmüyordu ama Kızıl Kilise dağının tepelerinde kar vardı. Şüphesiz ki Dumlu dağının batı tarafından da Fırat'ı oluşturan bir kaynak olduğu kesindir ve bu konuda Rusların tespiti de doğrudur.
Genel olarak batıya doğru uzanan bu dağlar harita da Gavur Dağı olarak görünüyorlar ve buralardan kaynağını alan birçok ırmaklar Dumlu Dağından akan ana ırmakla beraber Erzurum ovalarına doğru akarak Fırat Suyunun sağ tarafından nehre karışıyor, ya da nehri oluşturuyorlar. Nihayetinde tüm bunların hepsi Fırat Suyunun birer kaynağı olarak nehri oluşturan katmanlar olarak görülmelidir.
Doğuya doğru Erzurum ovalarına uzanan önemsiz zincirleme tepeler tamamen Neptün kökenli beyaz marn kütlesinden oluşmaktadır. Deveboynu olarak bilinen bu dağ zincirlemesi Bar Dağından güneye doğru uzanarak eteklerinde Erzurum’un olduğu dağa doğru uzanmaktadır. Buradan Fırat Nehrine akacak su kaynakları çok az olsa da, bir tanesi çok önemlidir ve ondan zaman-zaman gürültülü seslerle sular fışkırırmış. Erzurum’dan 3 saat mesafede olan burasını ne yazık ki ihmal ederek göremedim.
Kuşkusuz yeni bir İngiliz gezgin olan Abbott, aynı kaynağı Köse Mehmed köyünde, yüzeyinin her zaman derinliklerden yükselen bol kaynak suyuyla hareket ettirdiği bir gölet olduğunu söyleyerek anımsatıyor.
Bir başka doğu yazarı ise Gideon Ouseley'e atıf yaparak Erzurum yakınlarında şiddetli kükreme ile patlayan bir kaynağın olduğunu ve oraya dikkatsizce yaklaşan hayvanların burada öldüğünü, bu nedenle çevrede nöbet tutulduğunu yazılarına almıştı.
Bölgede hiç kimse Fırat veya Euphrat adını bilmiyor. Hatta Ermeniler ve rahipleri dahi bu Euphrat/Fırat adının orijinalinin Suriye kökenli olduğunu ve Cennetin dört ırmağından birisi sayıldığı hakkında bilgileri yok.
Elbette ki İncil, ya da Tevrat Ermeni Hristiyanları için, en azından içerik açısından çoğu insanın tüm yaşamlarında hiç görmediği, bilinmeyen bir kitaptır ve cahil rahipler saçma masalları, efsaneleri ve sonsuzluğa uzanan mucizeleri cemaatlerine anlatmayı tercih ederler.
Fırat Nehrinin buradaki adı Erzurum yakınlarında bir bataklıktan çıkan suyun adını taşımakta ve Kara Su olarak biliniyor ve öyle de söylenmektedir. Buna karşılık istisnasız olarak dağlardan akarken taştan taşa vurarak sıçrayıp akan sulara da ak su derler. Sadece yerliler değil, Ruslar ve Slavlar da farklı söylemiyorlar. Türkiye'de Kara ve Ak Su isimleri sıklıkla görülürken, Rusya'da Çernaja ve Bjelaja-Rjeka'da (Voda) siyah ve beyaz nehir (su) anlamına gelen isimler kullanılır. Normal bir Erzurumlu vatandaş da Fırat nehrini Çay, ya da dere olarak bilir ve öyle söyler.
Kızıl Kilise köyü yüksekliği nedeniyle soğuk olduğu için kendine has mimarisi var. Daha önce de bazı köylerden söz ettiğim gibi, evlerini yer üstünde değil, toprağa gömülü olarak inşa etmişler. Yükseklerde oturmasalar da bu mimari yapılaşma aslında Ermenilere aittir.
Bu yer altında yapılan evler bölünmüş olsalar da genelde hayvanlarla beraber kullanılır. Özellikle kış mevsimlerinde ahırdan gelecek olan sıcaklığın da değerlendirilmesi çok önemlidir. Oturma ve yatak odaları ayrı değildir ve tek bir alan ikisi için de kullanılır.
Fırat’ın kökeni
Kızıl Kilise köyü eski bir köy gibi görünüyor, ne var ki Tournefort ‘un yaklaşık 150 yıl önce (1690) ziyaret ettiği, bize aktardığı köyden kesinlikle farklı ve Erzurum'dan sadece üç saat uzakta olduğu söyleniyor. Sözü edilen köy, tepelerin arkasında, yani güneyinde ve yakınlarında Fırat Suyunun klasik ana kaynağını oluşturan suların olduğu… Ve daha önce de söylediğim gibi, tüm bu semer halindeki tepenin her tarafı bataklık ve birçok kaynağın yüzeye çıkarak aktığı yer.
Tüm bu alanın engebeli kesimlerini Kızıl Kilise ve Bar (Yumaklı) köyleri halkı tahıl ekimi için kullanmaktadır.
Erzurum'un 1,750 m yüksekliğine göre, burasının 2,300 m olması gereklidir ve burada çavdarın ekildiğine çok şaşırdım. Eğer hasatın toplandığını bizzat kendim görmeseydim belki de inanmazdım. Hatta ekinler henüz tam olgun değillerdi ve en azından 10 güne daha ihtiyaçları vardı.
Daha önce de söylediğim gibi, Doğu'da sonbahar, özellikle dağlık bölgelerde daha uzun süre sıcak ve güzel kaldığı için ekilen hasat Eylül sonlarına kadar bekleyebilir.
Ağaç türü olarak ise sadece çalıya dönmüş söğüt ağaçları görünüyor.
Fırat Suyunun kökeninin oluştuğu bu semer; iki defa çıkmak fırsatını bulduğum güçlü dağların kendine özgün eğilimli olarak aşağıya doğru bir uzantısıdır. Suların sınırlarının oluştuğu ve ayrıştığı bu dağlar; bir tarafından Karadeniz'e, diğer tarafından Hazar ve Basra Körfezi'ne akan ırmakların beslendiği çok önemli dağ kuşağıdır.
Ne yazık ki bu çok önemli dağ kuşağının kendine özgün bir adı yoktur ve dağları oluşturan tepeler, yöredeki köylerin adlarıyla bilinmektedirler.
Semere indiğimiz dağın adına Bar Dağı derken, eteklerinde Kızıl Kilise köyü olduğu için bir ötekine de Kızıl kilise dağı diyorlar. Oysaki Kızıl kilise dedikleri dağ haritada Gâvur Dağı olarak görünüyor ve tepelerinde hala yazdan kalma kar olması nedeniyle ötekinden daha yüksek olduğu kesindir.
Aşağıya indiğimiz dağın, yani Bar Dağının bulunduğumuz semerden 400 m yüksek olduğunu düşünürsem, buna karşılık Kızıl Kilise dedikleri ama haritada Gâvur Dağı olarak geçen dağ en azından 3,000 m olmalıdır.
Yörenin taş yapısı bazalt benzeri bir trakiti, ancak kısmen siyah ve parlak bir obsidyen (volkan camı) karakterinde olup kayalar halinde değil, serpilmiş taşlar olarak Fırat’ın kaynaklarının bataklığında yine Fırat’ın suları tarafından yıkanmaktalar ve gördüğüm kadarıyla tüm taşlar traverten kaplıydı.
Fırat Suyunun kaynaklarının bu semer dağlarda olduğundan kimsenin şüphesi yok, akla gelen şaşırtıcı tarafı ise; Abbott'un dışında henüz hiçbir gezginin; özellikle Küçük Asya ve Ermenistan'ı keşfetmekle görevli Texier'in bile; benim bildiğim kadarıyla bu konuda hiç bir not arkada bırakmadığıdır.
Tournefort yaptığı çalışmada bu kaynakların yerini kısmen de olsa belirlediğine inanıyordu, ancak Tournefort çalışmasının ağırlığını daha çok yan kaynaklara ama özellikle Ilıca Suyuna adamıştı. Bunun yanında hava şartları nedeniyle engellendiğini de biliyoruz. Bu büyük botanikçi 20 Haziran gibi yaz diyebileceğimiz mevsimde geceleri iki çizgi kalınlığına kadar oluşan buz tabakası nedeniyle defalarca engellenmiş olup bitkileri toplayamamıştı.
Fırat'ın kaynakları hakkında ancak son Türk-Rus savaşının (1828-29) arkasından bilgi sahibi olabildik. Çünkü bir kısım Rus askerleri bizim gittiğimiz yolu takip ederek kaynaklara ulaşmışlardı.
Erzurum yollarının sonuna gelmiştik, görünüyordu o güzel şehir…
Kızıl Kilise sakinleri kökenlerine sadık kalmışlar ve Ermeni oldukları açıkça görülmektedir. Fiziksel yapıları ve fizyonomi görünümleri hakkında bu kitabın Artvin bölümünde bilgi verilmiştir.
Eylül ayının 9unda sabahın erken saatlerinde nihayet sadece altı saat uzaklıktaki Erzurum'a doğru hareket ettik ve çocuklar gibi sevinirken kalplerimizin atışları da sıklaşmıştı.
Vücudumuzun bu kadar çok ihtiyaç duyduğu sakinlik uzak değildi ve kısa süre sonra tekrar eğitimli insanların arasında olmanın heyecanını yaşıyorduk. Haftalarca, hatta aylarca eğitimsiz insanlar arasında dolaştıktan sonra hissedilebilecek ihtiyaç haline gelmişti bu özleyiş.
Erzurum ovalarına doğru yavaştan alçalan Gâvur Dağını döndükten sonra boşalmış, hatta terk edilmiş birkaç köyün yanlarından geçerek yolumuza devam ettik. Henüz 20 yıl önce şenlik olan bu köylerde yaşayan insanlar baskılara dayanamayarak köylerini terk etmişler ve nereye gittikleri dahi belli değil.
Köylerini terk edenler belki bir umudun arkasından gitmiş olsalar da, geride kalanların sorunlarına katkısı olmamış. Çünkü Devletin vergi sistemi kişilere değil, köylere göre tespit edilmiş olduğu için köyde kalanlar gidenlerin vergisini de ödemek zorundaydılar. Geride kalanlar gidenlerin topraklarından alabilirlerdi ama toprağı işleyecek insanlar ve imkânları kalmamıştı.
Görünüşe göre; eğer Devlet bazı önlemler almazsa gelecek 20 yıl içinde bu köylerde muhtemelen kimse kalmayacak olduğunu söylemek abartıcı olmaz.
Kızıl Kilise köyünden bir saat uzaklıktaki büyük Kirakosak köyünde sadece on iki aile kalmış olmasına rağmen yıllar önce köyün başına kesilmiş olan 10,000 (on bin) kuruşluk vergiyi aynen ödemek zorundalar.
Doğuda, halkın kendi arasında söylediği, “Osmanlının girdiği yerde ot bitmez” diyenler hiçte haksız değiller. Durumu gören Erzurum Paşası kendi salahiyetini kullanarak köyün vergisini 10 binden 2,000 kuruşa düşürmüş.
Durum böyle olunca aileler hayvanlarıyla beraber gizlice köyleri terk ederek gitmeleri şaşırtıcı olmasa gerek.
Köyden fazla uzaklaşmadan sert bir yamacı inerek düz bir yola geldikten sonra, çok uzaklardan gri bir atmosferin kapladığı Erzurum’un üzerlerini belirsizlik içinde görmeye çalışıyorduk.
Birçok ırmakların aktığı Fırat Suyu yavaştan büyüyerek nehir halini alacak kadar şişkindi ve üzerinde yeni yapılmış kemer köprüyü geçerek nehrin sol tarafına ulaştık. Nehrin kenarları deniz topalakları ve söğüt ağaçlarıyla kaplıydı. 1½ saat sonra ise kocaman bir köy olan Hins (Dumlu) köyüne geldik. En azından 300 haneli olan bu köyde epeyce kalarak süt ve ayranlı kahvaltımızı yaptıktan sonra Rehberimizi öncü olarak Erzurum'a doğru yolladık. İstanbul'dan bize verilen tavsiye mektuplarını zaten daha önce Trabzon'dan Erzurum'a; Konsolos Yardımcısı Garibaldi'ye göndermiştik ve Artvin'e bizim için tavsiye buyruğu göndermişti.
Erzurum’a vardığımızda bizi karşılayacak olanları sıkıntıya düşürmemek ve kendimizde olası bir kırıcı durumla karşılaşmamak için bize koruma amaçlı refakat eden görevlimizi önceden göndermeyi uygun bulduk.
Erzurum ovaları geniş bir vadi gibiydi, bir dağın etekleriyle bir öteki dağın etekleri arasında 3 saatlik mesafe vardı. Bataklılar arasından akan Fırat Nehri buradan sonra bazı bitki örtülerinin eşliğinde akışını yavaşlatarak yoluna devam ediyordu.
Erzurum günleri…
Yolumuz başlangıçta Deve Boynu'na doğru gidiyordu ve öne çıkmış bir yüksekliği geçtikten sonra düzlüğe erişmiştik ama yine de Fırat Nehrinden ½ saat kadar uzaktaydık.Yönümüz önce doğu ve güney-doğu, daha sonra güney-doğu ve arkasından tamamen güneye doğru dönmüştük. Yukarıda sözü edilen köyden iki saat mesafede çok güzel görünümlü Şahnes? Köyünü geçtikten sonra Deve Boynu'na kademeli olarak yükselen bir eteğin dibine geldiğimizde Erzurum'a bir saatlik mesafemiz kalmıştı.
Doğuda gördüğüm hiçbir yoldan eksiği olmayacak kadar güzel yapılmış yollar kalabalıktı. Çok sayıda at, eşek ve katırlar arka arkaya sıralanmış yollarına devam ediyorlardı ve doğunun önemli bir ticaret şehrinde olduğumuz açıkça görülüyordu.
Şehre yarım saatlik mesafede daha önce Erzurum’a gönderdiğimiz rehberimiz bizi karşılayarak Rus Konsolosunun yardımcısı Garibaldi’nin evine getirdi. Ne yazık ki evin Efendisi sabahın erken saatlerinde Ilıca'daki hamamlara gitmişti; ancak sekreteri ve uzun beyaz sakallı, yakışıklı, güçlü bir adam, eski bir mücadeleci, Napoliten Devrimi sonrası Asya'ya kaçmış olan Faetotum Bartoni, bizi dostça karşıladılar ve dışarıdaki eşyalarımızı kalacak olduğumuz eve aldırdılar.
Erzurum’da dört hafta kadar kaldık. Biraz kendimiz dinlenmek için ama özellikle şimdiye kadar yaptığımız çalışmaların raporunu hazırlayıp Kraliyet Akademisine sunmak için bu zamana ihtiyacımız vardı.
Yolculuğumuz boyunca Erzurum’u özlemiş olsak da, bu yüksek dağların Baş Kentinde bu kadar huzur bulacağımızı tahmin etmemiştik. Aralarında birkaç bayanlarında olduğu en azından 60 kadar Avrupalı bu şehirde yaşamakta.
Gerçi burada Almanlardan kimse yoktu ama Ruslar ve İngilizler bizim için her şeyi yapıyorlardı.
Prusya Elçisi Bay von Leeoq'un tavsiyesiyle, Rus Elçisi Bay Titoff bizi koruma altına almıştı ve Erzurum'a Rus koruması altında gelmiş olup, böylece Rus yetkilileri tarafından Rus vatandaşı gibi muamele görüyorduk.
Konsolos Yardımcısı Bay Gribaldi, daha önce de belirtildiği gibi, kalacağımız iyi bir lojmanla ilgilenmiş ve dileklerimizi karşılamaya çalışmıştı. Onlardan daha fazla olarak ise; Türkler, Ruslar, İranlılar ve İngilizlerden oluşan, Türk-İran çekişmeleri Komisyonunda görevli olarak bulunan Rus Albay Dainese bizimle özel ilgilenerek gerek eğitici, gerekse hoş vakit geçirmemiz için çaba sarf etmişti. Vesile ile kendisine teşekkür etmeyi bir borç biliyorum.
Bu Rus Albayın yanında uzun süredir Doğu'da yaşayan; Türkçe, Farsça ve Arapça bilgisi nedeniyle tercüman olarak çalışan Bay Muchin ve Proskurakoff adlı iki genç erkek vardı. İkisi de bize yardım etmek için çok itinalıydılar. Dâhice bir zekâya sahip olan Proskurakoff bana, Karadeniz Dağları ve Çoruh Vadisinin haritalarını hazırlamam da çok yardımcı oldu. Rus Konsolosunun yardımcısı Markari ise özellikle ihtiyaçlarımızın temininden sorumluydu ve ne zaman neye ihtiyacımız olsa gecikmeden temin ediliyordu. İngilizler de onlardan geri değildiler. Resmi olarak Rusların teminatında olsak ta bizim için her şeyi yapmakta imtina etmiyorlardı.
Devamı yarın…
KAYNAK: kuzeyekspres
Erzurum
21.11.2024